Onun için yerli makine'nin Robin Hood'u demek yanlış olmaz herhalde. Çünkü Türk makinecilerinin pazardaki hakettikleri payı almaları için büyük bir savaş verdi ve hala vermekte.
Makine İhracatçıları Birliği Başkanı Adnan Dalgakıran'dan bahsediyorum. Ancak O, sadece Makinecilerin Başkanı değil, TİM Yönetim Kurulu Üyesi ve İSO Meclis Üyesi aynı zamanda. Sahibi olduğu Dalgakıran Kompresör ise sektörün iddialı ve güçlü firmalarından. Koyu bir Beşiktaşlı olduğunu da söylemeden geçemeyeceğim.
Yoğun emek ve zaman isteyen tüm bu işlerin arasında sıkça üniversiteli gençlerle buluşup, iş ve hayat deneyimlerini paylaşıyor. Yetişmiş ve farkındalığı yüksek bir neslin ülke için önemini her cümlesinde vurguluyor.
Aslında kendisiyle bir dönem Show TV'de hazırlayıp sunduğum Barkot programı için röportaj yapmak istemiş ama bir türlü gerçekleştirememiştim.
Kısmet Gazetesiz okuyucularınaymış.
Ancak şunu söylemeden de geçemeyeceğim ki, Adnan Dalgakıran ile daha önce tanışamadığım için kendi kendime bir hayli hayıflandım.
Hani hayatta bazı insanlar vardır, öğretmek gibi bir gayeleri olmasa bile, herhangi bir sebeple karşılaştıkları insanlara mutlaka birşeyler katarlar. İşte Adnan Dalgakıran da böyle insanlardan biri.
Röportaj öncesinde gerçekleştirdiğimiz küçük sohbette bile söylediğim her fikre +1 değer kattı. Hal böyle olunca da, Türk makinecilerinin son bir kaç yılda yaşadığı gelişmeye de şaşırmamak gerekiyor. Öyle ki, şu anda makine sektörü Türkiye'nin en hızlı büyüyen sektörlerinden biri. Ancak bu onlar için sadece bir başlangıç. Hedef; kendi bilgisini üreten, bu bilgiyi teknolojik ürüne dönüştüren ve ürettiği ürünleri tüm dünyaya pazarlayan, söz sahibi bir sektör ve tabi çok daha fazla özgüvenli.
Artık Türk firmalarının kendilerine ve ürettikleri ürünlere güven duyması gerektiğini söyleyen Adnan Dalgakıran, 'Batılı yaparsa iyi yapar' mantığından kurtulmamız gerektiğini işaret ediyor.
Bu elbette zor bir süreç, ama Adnan Dalgakıran, "Herkes kendi hikayesini yazsa" deyince, birden gözümde canlanıveriyor yapılabilecek projeler ve varılabilecek nokta. Bunun dillendirilmesi bile kulağa hoş geliyor. Hemen hemen her sektörde yaşanabilecek gelişim tatlı bir hayal değilmiş üstelik. "Başarılabilir mi?" diye soruyorum, "Ben mühendisim, ben söylüyorum, başarılabilir" diye cevap veriyor. Kendi otomobilini yapmak da hayal değil dediğine göre, uçağını da.. Ama bunun için tek bir gereklilik olduğunu ekliyor hemen ve diyor ki, "Artık ülkesine hizmet etmek için heyecan duyan insanlara, işadamlarına ihtiyacımız var!" Yani, ortak menfaat gruplarına, birliklere, örgütlere..
Ama işte tam bu noktada Adnan Dalgakıran röportajın manşetini atıyor.
"Biz örgütlenemeyiz, bizi örgütlerler"
Örgütlenme demişken, bir de TOBB'u sorayım diyorum, kaşları çatılıyor ve başlıyor anlatmaya.
O anlattıkça, ben soruyorum ve işte Gazetesiz okurları için bu özel röportaj çıkıyor ortaya.
Yeliz PULAT
Öncelikle bu yılın başında açıklanan Sanayi Strateji Belgesi ile başlamak istiyorum. 2011-2014 yıllarını kapsayan bu belge, içerisindeki Makine Strateji Belgesi ile sizi de çok fazla ilgilendiriyor. Bu belge neden önemli ve nasıl bir yol haritası çiziyor?
Meşhur bir söz vardır, "Hedefi belli olmayan gemiye hiçbir rüzgar yardım edemez. Dolayısıyla ne yaparsanız yapın, önce bir hedef belirlemelisiniz, sonra da buna yönelik strateji hazırlamalısınız. Ama bu da yetmez, bir de bu stratejiyi uygulamak için eylem planı hazırlamanız ve bu eylem planı içerisinde de yapabilirliğinizi kontrol etmeniz gerekiyor yani ölçemediğiniz şeyi de yönetemezsiniz. Türk sanayisine baktığımız zaman, bugüne kadar hükümetler tarafından belirlenmiş bir ana stratejisi olmayan şekilde gelişti. Biz Batı'daki "Bırakınız yapsınlar, bırakınız etsinler" kavramının gerçekten herhangi bir stratejisi olmadan gelişmiş hadiseler zannediyoruz. Oysa tamamı stratejiler üzerine kurgulu. Örneğin bir Almanya ne üreteceğini stratejik olarak belirliyor, Amerika'yı zaten tüccarlar kurdu... Kore'ye baktığınız zaman stratejisini emek yoğun sektörler değil de, katma değer üreten sektörler üzerine kurguladı, "Dünyada markalar yaratacağım" diye belirli şeyler ortaya koydu ve bunların üzerinden bir serbest rekabet ortamı doğdu. Türkiye'de de bir Devlet Planlama Teşkilatı var, bu Devlet Planlama Teşkilatı'nda da birşeyler planlanır ama buna da baktığımızda - ben onu araştırdım- teşkilatın kurulduğundan bugüne kadar plan adı altında yazdığı şeylerin ancak yüzde 5'i hayata geçmiş. Sadece Rahmetli Özal zamanında yüzde 20'e kadar çıkmış bu oran. Bu açılardan baktığımız zaman Sanayi Bakanlığı'nın yaptığı bu çalışma gerçekten Türkiye için çok önemli ve bir ilk'i oluşturuyor. Ama bu stratejinin daha da geliştirilmeye ihtiyacı var. Neticede bu bir ayet değil ki, indi ve böyle sonsuza kadar gidecek çünkü dünya da büyük bir sürat ile değişiyor. Değişimler çok hızlı oluyor. Dolayısıyla da esnek kabiliyetleri, her yıl tekrar gözden geçirilen eylem planı olan ve eylem planında izlenilebilirliği olan bir mekanizma haline dönüştürülecektir. Sayın Bakan da bununla ilgili çok ciddi çalışmalar yapıyor, kendi bürokrasisi de bu konuda gerçekten çok azimli. Tabi bu çalışmayı yaparken de çok önemli bir şeyi gerçekleştirdiler -ben bunun altını çizmek istiyorum, nedir o?- şimdi bürokrasi içerisinde şöyle bir anlayış vardır; "Bürokrasi herşeyi bilir, iş dünyası da sadece kendi menfaatlerini korur." Bu stratejik çalışma yapılırken Türkiye bunun dışına çıktı. Oradaki bürokrat arkadaşlarımız gerçekten iş dünyasını ve dünyayı algılamaya çalıştılar ve 'Biz bu işi biliriz' havasından çıktılar. İş dünyasını ve Türkiye'nin içinde bulunduğu durumu kavramaya çalıştılar. İş dünyasında Türkiye’nin içinde bulunduğu konjonktür’ü göz önünde tutarak salt kendi menfatleri açısından değerlendirme yapmadı. İşte bu işbirliğinden de bu stratejik belge çıktı. Bu stratejik belge -ki 2014 yılına kadar olan bir belge- Türkiye'nin 2023 yılıyla ilgili planlarına yani 500 milyon dolar ihracat gibi pek çok hedeflerine ve bunlara nasıl gideceğimize dair bir yol haritası.
Tüm Türk sanayicilerinin ve iş dünyasının onayını aldı mı bu belge?
Tüm iş dünyasının onayını alırsa doğru bir belge olmaz. Bu bir gerçeklik hali değil. Bu bir gerçeklik hali olmadığı için ben tüm iş dünyasının onayını alıp almamasıyla çok ilgilenmiyorum açıkcası. Siz bir belge hazırlıyorsunuz ve bu belge sizin de değişmenizi öngörüyor. Biri size "Sen de kafanı değiştireceksin" derse, burada da "Tamam, biz, hepimiz kafamızı değiştirmeye hazırız" diye bir tepki beklemek saflık olur. Dolayısıyla bize de değişmeyi anlatıyor. Ne diyor bize, neleri değiştirmemiz gerekiyor? Türkiye emek yoğun sektörlerden katma değerli sektörlere geçmek ve her sektör ürettiklerini daha katma değerli alana kaydırmak zorunda. 1980'li yıllara baktığımız zaman Türkiye'de kişi başı milli gelir seviyesi 1000 dolardı. Türkiye'deki ihracatı 2 milyar dolardı. Onun içerisinde de emek yoğun ve istahdama dayalı sektörleri geliştirdik ve Türkiye'de bir sanayi hamlesi başladı ve 30 yılda bugüne geldik. Pek çok kanunu o yıllarda değiştirdik, örneğin Türk Parasını Koruma Kanunu, Türk Sanayisini Koruma Kanunu.. Geldiğimiz yer neresi, 10 bin dolar kişi başı milli gelir seviyesi. 1000 dolar kişi başı milli gelir seviyesine göre oluşturduğun ekonomik düzenek, 10 bin dolar kişi başı milli gelir seviyesinde yürümez, değişime ihtiyacı var. Eğer hedeflediğin yer 2023'de 30 bin dolar kişi başı milli gelir seviyesi ise bugünkü sanayin, bu mantıkla, seni oraya taşımaz. Öyleyse devlet olarak, bürokrasi olarak, iş dünyası olarak hepimiz değişmeye daha doğrusu gelişmeye açık olmalıyız. Bir takım zorlukları üstlenmemiz gerekir. İşte bu stratejik belge bize gideceğimiz yeri gösterirken, aynı zamanda nelerin içerisinden geçmemiz gerektiğini de anlatıyor olması sebebiyle çok önemli.
Şu anda Türk sanayisine baktığımızda, bir yarış olarak düşünürsek, öndeki dinç ve güçlü koşuculardan biri miyiz, yoksa gerilerde toz mu yutuyoruz?
Türk ekonomisini sürükleyen unsurlara baktığınız zaman, mesela ihracatımız toplam ekonomik büyüklüğümüzün yüzde 15'ini oluşturuyor.İşte tarım sektörü, tekstil sektörü, kimya sektörü gibi unsurlara bakıyorsunuz. Kurduğumuz şey ne üzerine, biz ne ile rekabet ediyoruz? Ya da Amerika 'daki, Almanya'daki ve diğer ülkelerdeki rakiplerimizle ile hangi gücümüzle rekabet etmeye çalışıyoruz? Yakın bir zamana kadar bu, emeğin ucuzluğu üzerindendi. Bizde emek, Alman'a göre daha ucuz, İtalyan'a, İspanyol'a... Çin'e göre daha ucuz değil, "Aman Çin ile rekabet edelim!" diyoruz, değil mi? Çinde emek, bizden ucuz . Bu bize gitmemiz gereken yeri gösteriyor. Artık Türkiye'de emek ucuz değil. Öyleyse artık emek ile rekabet etme döneminin sonuna geldik.
O zaman ne ile rekabet edeceğiz?
Bugüne kadar ne yapmışız? Teknolojiyi satın almışız, satın aldığımız teknoloji ile de üretim yapmışız. Şimdi ne yapmamız gerekiyor? Kendi teknolojimizi üretmemiz gerekiyor. Kendi üretim araçlarımızı üretmemiz gerekiyor, kendi savunma sanayimiz kurmamız gerekiyor. Kısacası ucuz emekle rekabetten, nitelikli iş gücü ile rekabete geçmemiz gerekiyor. Bunun için de eğitim sistemimizde yeni bir bakış açısı geliştirmemiz gerekiyor.
Biz bunu yapabilir miyiz?
Biz bunu yapabiliriz. Ama yapmamız için Türkiye'de çok şeyin değişmesi ve gelişmesi gerekiyor yani o 'Stratejik Sanayi Belgesi'nde yazılmayan pek çok şeyin daha olması gerekiyor.
Son olarak makine sektörüne Türk Eximbank ve Halkbankası'nın destek verdi.Zannediyorum bu destekler de önemli bir eksiğin kapacaktır, değil mi?
Bunlar zaten olması gereken şeylerdi. Batı'da bu destekler 70 senedir var. Ama geçmişte finans sektörü devletin açıklarını kapamak üzere oluşturulmuş bir mekanizmaydı. Yani bankalar devlete kağıt satardı, devlet borçlanırdı ve dolayısıyla da özel sektöre çok pahalı kredi verirdi. Daha evvelde sermaye birikimi aşaması vardı. Onda da mevduat hesaplarının faizleri daha yüksekti. Orada da halkı sömürme vardı. Bunlar değişti, bunlar bitti Türkiye'de. Sonra Türkiye'nin borçlanması ve bu borçlanmaya bankalar kaynak sağlayan unsur halindeydi. O bitti. Bakın burada önemli bir gelişme var aslında, artık devlet bankalardan borçlanmayı azalttı. Bankalar ellerindeki kaynakları birilerine satmak zorunda. Bu da ekonomiye doğru yatırımlara doğru akan kaynak haline geldi. Halkbankası, Eximbank ile yaptığımız çalışmalara başka bankalar da eklenecek. Ama bunun ötesinde de başka şeylerin olması gerekiyor. Şimdi soralım, rekabeti neyin üzerinden yapıyoruz? Emek üzerinden. Yabancı sermayenin Türkiye'ye girişine bakın. Ciddi şekilde yabancı sermaye girdi değil mi Türkiye'ye?
Evet..
Türkiye’ye giren doğrudan yatırımların büyük bir kısmı hizmet sektörüne geldi.Türkiye’de üretip dünyaya mal satmak üzere ciddi bir yatırım gelmedi. Yabancı sermaye 2 sebepten dolayı bir ülkeye gider, ya orada emek ucuzdur, ya da nitelikli iş gücü vardır. Artık Türkiye’de emek ucuz olmadığı için buna dayalı yabancı sermaye girişi olmaz. Öyleyse nitelikli iş gücünü geliştirmemiz gerekir. Türkiye bu konuda sahip olduğu genç nüfusunu eğitimli hale getirerek çok büyük bir avantaj yakalayabilir.
Bugüne kadar yatırımın geliş noktasına baktığımızda, sanayicilerin de bir özeleştiri yapması gerekmiyor mu?
Şimdi burada sanayicileri ayıralım, tek bir grup yok. Büyük sermaye Türkiye'de teknoloji üretimine yatırım yapmadı. Biz Kore'deki gibi kendi markamızı yaratamadık, otomobil firmaları yaratamadık, makine firmaları yaratamadık, dünya markaları yaratamadık biz... Bizim oraya yönelmemiz lazım ve zor bir süreç bu. Tabi ki işadamları da, devlet de çok ciddi özeleştiri yapmak zorunda. Hepimizin tartışmamız gereken süreçler bunlar ama Türkiye'de bunları tartışacak entellektüel birikim henüz daha elle tutulur seviyeye gelmedi. Şimdi çabamız, bu tartışmaların buralara doğru sürüklenmesi. Baktığınız zaman, Türkiye bir arazi rant alanı haline getirilmiş. Teknoloji gelişmiş yörelerde yapılıyor ama siz bir iş yapacaksınız. yüksek teknoloji bir ürün üreteceksiniz, bunu kalkıp da Siirt'te üretemezsiniz. Zaten İstanbul'da bile o kalifiye adamı bulamıyorsunuz. İstanbul'a geldiğiniz zaman karşınıza metrekaresi 400–500 dolarlık araziler çıkarıyorlar. Türk sanayicisi markalaşmanın, verimliliğin, kaliteli üretimin ve pazarlamanın önemini biliyor ama bu konuda alması gereken daha çok mesafe olduğunun da farkında. Ayrıca taklitden özgün olma aşamasına geçme çabası içerisinde aynı konuda çok sayıda işletmenin birbiriyle rekabet içerisinde olması sektörlerin ölçek ekonomisine geçmesinin önünde çok büyük problem oluşturuyor. Sadece makine sektöründe Avrupa birliğinde 25.000 makine üreticisi varken ve bunlar 800 milyar dolar’lık üretim yaparken, Türkiye’de 20.000 makine üreticisi bulabilirsiniz ve toplam 25 milyar dolarlık üretim yaptığını düşünürseniz. Buradan ölçek ekonomisinde işletme çıkarmanın ne kadar zor olduğunu görürsünüz.
Dolayısıyla sanayicilerin tersine bir beyin göçü başlatmaları gerekiyor anlaşılan...
Bravo, onu da güzel yakaladınız. Zaten bu Ar-Ge ve diğer destekler konusunda bizim İhracatçı Birliği olarak sürekli söylediğimiz birşey var; Biz yurtdışından transfer ettiğimiz beyinlerin de hükümet tarafından desteklenmesini istiyoruz. Türkiye’de tersine beyin güçünün oluşturulabilmesi için gerekli zemini hazırlamasının şart olduğunu düşünüyoruz.
Şu an verilen destekler yetersiz mi?
Türkiye hiç olmadığı kadar AR-GE desteği veriyor. Bu desteklerin önemli bir kısmı doğru yerde, ama bir kısmı da doğru yerlere isabet ettirilemiyor. Mesela diyelim ki, KOSGEB'in kaynağı 1 milyon dolar ise bütün Türkiye'deki sektörlere destek verecek bir kurummuş gibi gösteriliyor bu. Hepsine dağıtsa 1000 dolar düşüyor kurum başına. Bizim stratejide bu da önemli. Şimdi değiştirdi onu, projeye destek verir hale geldi. Evvelden o desteği veriyordu, adam araba alıyordu kendine. Bu desteklerin verimli hale getirilmesi lazım. Bunları verimli harcayıp harcamadığımızın analizinin yapılması gerekiyor. Şu anda pek çok destekler de yapılamıyor. Ölçemediğiniz şeyi yönetemezsiniz. Bu bizim devlete getirdiğimiz bir eleştiri. Ben bunu bir iş adamı olarak dile getiriyorum ama bir başka işadamı "Olur mu kardeşim, herkese versin" diyebilir ama eğer bir hedef belirlemişsek bizim 2-3 tane sektörü dünya çapında hale getirmemiz lazım. Orada oluşturacağımız marka imajı tüm sektörleri ve Türkiye'yi etkileyecektir. Eğitim sisteminde ise köklü değişiklikler yapmamız gerekir - ki yine bununla ilgili önerimiz var Sayın Milli Eğitim Bakanımıza, ilk pilot uygulamayı da İstanbul'da yapacağız - meslek liselerine bakış açımızı kökünden değiştirmemiz gerekli.
Nasıl olacak bu?
Yapacağımız uygulama şu; Bir mütevelli heyeti olacak o meslek lisesinin ve uzmanlık alanı olacak. O mütevelli heyet içerisinde sanayici, yerel yöneticiler, Milli eğitim bakanlığı KOSGEB'den ve belki de o bölgede çalışan mühendisler olacak ve oradaki fabrikaları da o meslek lisesinin sanki alt yapısını oluşturan unsurlar gibi tam bir iş birliği içerisinde sanayinin içinde yetişeceği bir mekanizma önerdik. Şu anda pilot uygulamasını İstanbul'da yapacağız. Bunu da ilk kez size söylüyorum.
Müthiş bir proje olacak gibi görünüyor. Dilerim başarıya ulaşır. Peki az önce potansiyel bir kaç sektör öne çıkmalı dediniz. Bunlar hangi sektörler olabilir sizce?
Şimdi ben makinecilerin Başkan'ı olduğum için 'makine' diyeceğim ama.. Bakın, tabi ki birinci öncelik makine. Neden önemli? Önce bir örnek, Çin'in 1992 yılındaki makine ihracatı 3 milyar dolardı. Bizim toplam ihracatımız 10 milyar dolar. Yani uzun zaman değil, 92 şurada değil mi? Bizim üçte birimiz kadar olan Çin'in makine ihracatı ve dünyanın en büyük makine üreticisi Almanya.Çin bunun üretim araçlarını üretmenin ne kadar stratejik olduğunu çok iyi kavradığı için sadece 16 yılda 3 milyar dolardan 270 milyar dolara getirdi makine ihracatını..
İnanılır gibi değil..
Evet. Üretim amaçları üretmek niye önemli? Teknoloji o kadar hızlı değişiyor ki, siz bugün bir makine alsanız- örneğin bu tereyağların kapağını kapatan bir makine çok da sağlam makine olsa, "20 yıl da bundan ekmek" yerim deseniz, bu makine diyelim ki dakikada 1000 kapak kapatıyor. Adamın biri ertesi sene dakikada 3000 tane kapak kapatan bir makine yapıyor, sen bir anda teknolojik olarak rekabette geri kaldın! Bir anda senin maliyetlerin artık öbür kinden daha pahalı hale geldi. Ne yapıyorsun, sen de onu almaya çalışıyorsun hayatta kalabilmek için. Teknolojiyi bu şekilde satın alarak üretim yapan ülkeler tam bir teknoloji çöplüğü haline dönüşüyor ve dış borçları artıyor çünkü üretimini buna yaslayarak yapıyor. İşte onu üretmek bunun için çok önemli. Artık üretim araçlarının materyal ömürlerinden çok teknolojik rekabet de önemli.
Peki bulunduğumuz yerde nereden başlanmalı..
Öncelikle kısa, orta, uzun vadeli planlarımızı yapmamız gerekiyor. Eğitim sistemimizi geleceğin Türkiye’sini göz önünde tutarak yeniden yapılandırmamız gerekiyor. Birey yetiştirmenin önemini kavramamız ve dünyadaki gelişmeleri yakından gözlemleme yeteneğine sahip, analitik düşünebilen, entelektüel bir girişimci kuşağı yaratmamız lazım. Dünyada bütün ülkeler ekonomik olarak adeta bir zincir ile birbirine bağlı. Yalnız bu zincirin önündekiler diğerlerini kendi istediği yöne doğru sürüklemektedirler. Küreselleşmeyi bir sel olarak kabul edersek, onun varlığını reddedip sele karşı durmaya çalışmak hiçbir fayda sağlamaz. Ancak bu bizim zincirin önünde yer alan ekonomilerin, diğerlerini kendi istediği yöne doğru çekme çabalarını görmezden gelmemizi de gerektirmez. İşte yapmamız gereken bir yandan küreselleşme ile uyumlu hareket ederken, bir yandan da kendi stratejilerimiz geliştirmemiz. Eğer zincirin önündeki ülkeler arasında yer almak istiyorsak, yani küresel bir ülke olmak istiyorsak, mutlaka ve mutlaka kendi teknolojisini üreten ve buna dünyada pazar bulan bir ülke konumuna gelmemiz gerekiyor.
Başbakan'ın çağrısına ne diyorsunuz? Kendi otomobilimizi üretmek bir hayal mi?
Hiç hayal değil. Ben mühendisim ve teknolojik ürünler üretiyorum. Bunlar hayal değil! Bunları bilmeyen insanlar için doğal olarak öyle gelebilir. Gerekli olan şey gayret ve kararlılık. 'Bilgiler yok' diye bir şey yok, İran nükleer santral yapıyor dünyanın ambargosuna rağmen. Bugün internete gir, atom bombası yaparsın, bu bilgiler var ve yapılabilir. Kolay demiyorum ama imkânsız değil. Sadece kararlılık lazım. Brezilya bugün dünyanın üçüncü büyük uçak firmasına sahip. Burada kararlılık ve bunun gerekliliğine inanmak gerekiyor. Tabii otomobil herkesin bildiği popüler bir konu olduğu için, teknoloji üretmek ya da marka üretmek dediğimiz zaman ilk akla gelen konu oluyor ama günümüz dünyası içerisinde çok daha yüksek katma değerli teknolojik ürünlerin varlığını biliyoruz. Tek bir konuya bağlı kalmadan teknoloji üretimini bir bütünlük olarak değerlendirmemiz gerekiyor.
Bunu sadece kararsızlığa ya da gayretsizliğe bağlamak doğru mu? Mutlaka önlerinde başka engeller de olmalı, yoksa neden yapmasınlar?
İşte orada şu mantığa gelmek lazım. İşadamı demek, ne demek, işadamı demek çabuk kolayca para kazanacağı yerde tatmin duyan insan demek mi? Yoksa belli bir noktaya geldikten sonra bu ülkeye hizmet vermek için yapılamayanları yapmak için heyecan duyması gereken insanlar mı? İşte bizim bu heyecanı duyması gereken insanlara, bu heyecanı duyması gereken bürokrata, bu heyecanı duyması gereken siyasetçiye ihtiyacımız var. Sayın Başbakan'ın söylediği şey çok önemli -ben ilk defa bir Başbakan'ın ağzından böyle birşey duydum- yani biz hatırlayın, topumuzu tankımızı dışarıdan aldık, Kıbrıs harbi oldu, her yer tıkandı. Bugün hatta tartışıyoruz, uçurduğumuz uçakların bilgi işlem merkezlerini başkaları yapıyor, acaba sınırın ötesine geçer mi bir savaştan sonra bilmiyoruz. Nelerle karışılacağımızı bilmiyoruz. Zenginliği yaratmak istiyorsak teknolojiye ve katma değerli ürünlere ihtiyacımız var. Biz şunu savunuyoruz hep, ülkenin kısıtlı olan kaynakları tamamen bu alanlara doğru kaydırılmalı. Böyle bir menfaat grubuyuz. Burada da risk alacak, taşın altına parmağını sokacak işadamları istiyoruz. Burada yapmaya çalıştığımız şey, bu işadamı profillerini değişime zorlamak. Biz bu coğrafyadaki insanların en büyük eksiği olan organizasyon becerisinin geliştirilmesini istiyoruz. Biraraya gelerek iş yapabilme kabiliyetlerinin geliştirilmesini ve desteklenmesini istiyoruz. Ama şu anda durum buna çok müsait değil. Baktığınız zaman, Türkiye'de serbest pazar ekonomisinden çok söz edemiyoruz. Çalışanların yüzde 44'ünün kayıtdışı olduğu bir yerde serbest rekabetten bahsetmek mümkün değil. Yüzde 44 ne demek Yeliz Hanım? 30 milyar lira tutuyor. Yani 1 milyar KOSGEB desteğinden bahsediyoruz ya, aslında kuralları tanımayan insanlara 30 milyar lira destek veriyoruz. Karşısında ise kurallara uyanlar rekabet etmeye çalışıyor. İşte burada adalet önemli. İş dünyası dediğimiz zaman Türkiye'de konuşulan şeyler "döviz girsin çıksın.."dan ibaret. Ben bir işadamı olarak tartışmaların bu kadar kısır yerlerde kalmasından utanıyorum. Sadece döviz ya da vergi konuşan bir sistemin içinde olmak istemiyorum. Sermaye bir ülkede özgürlüğün ve refahın artması için en önemli unsurdur ve sermayenin o bilinçte olması gerekir. Sermayenin Türkiye'yi daha demokrat, daha özgür olmaya zorlaması gerekir. Ama bizdeki kuruluşlara ve iş dünyası örgütlenmelerine baktığımız zaman, biz örgütlenemeyiz bizi örgütlerler.
Örgütlenme demişken, size TOBB desem..
Bu konuyu önümüzdeki dönemlerde de inceleyeceğiz ama sizinle başlayalım. Şimdi diyoruz ki, "Türkiye'de daha fazla demokrasi, daha fazla özgürlük olmalı", sonra ben içinde olduğum bir kuruma karşı eleştiri getiriyorum ve diyorum ki, "Bu kurum böyle olmamalı". Bakınca bir hakaret yok, sadece eleştiri. Karşıdan gelen cevap, "öyle değil" diye anlatmak yerine, "Bunun art niyetleri var, kötü niyetli, haddini bilmez" oluyor. Kendi içinde demokrasiden nasibini almamış bir kurum, bu ülkeye nasıl demokrasi önerecek? 28 tane makine birliği bir araya gelip bir platform oluşturmuş, öyle mecburi üyeliği olan dernekler değil, gönüllü üye olunan dernekler. Makine sanayi stratejisinin hazırlanmasında TOBB bu platformun muhatap alınmamasını istiyor. Türkiye’de gönüllü kuruluşların gerçek sivil toplum örgütü olarak tanımlanması ve bunların güçlenmesi gerekiyor, Sivil toplum örgütlerinin gelişmesini istiyoruz. Duruşumuz belli. Duruşumuz sivil örgütlenmelerin kuvvetlenmesi ve bunun altyapısının güçlendirilmesi ama TOBB gibi merkeziyetçi kuruluşlar bunun önünde bir engel. Siz şimdi mecburi üyeliği kaldırın, kaç kişi üye olur TOBB’a ya da Ticaret ve sanayi odalarına?
Bilmiyorum, kaç kişi üye olur?
Yüzde 95 azalır. Ciddi bir paranın üzerinde oturuyorsunuz neyi savunuyorsunuz? Ben şöyle birşey sorayım size, diyelim ki bir kulübünüz var, mesela tavşansevenler derneği başkanısınız, bu kulübe avcıların da üye olmasını ister misiniz?
Elbette istemem, hatta büyük bir karmaşa çıkacağına da eminim.
Şimdi ben size Odalar Birliği'nin yapısını söyleyeyim. İçinde 110 milyar dolar ihracat yapan ihracatçı var, 200 milyar dolar ithalat yapan ithalatçı var, sanayicide var, tüccar da var, Carrefour da üye, bakkal da üye, küçük işletme de üye, büyük işletme de üye, kayıt dışı çalışan da üye, kayıt altında olan da üye.. Böyle bir kurum hangisinin menfaatini savunabilir? Gücünü rekabetten alan iş dünyasına örgütlenmesi devlet eli ile oluşturulmuş bir tekelciliğe sahiptir.
Peki ideal olan nedir?
Bunun çalışmalarını yapıyoruz, kamuoyuna da sunacağız. Dünyada böylesine kült bir yapı yok. Biz yerinden yönetimi, yereli savunuyoruz, değil mi? Ama iş dünyasını öyle bir mekanizma içine almışız ki, adeta tamamen merkeziyetçi ve bürokratik. Aşağının sesini yukarının duymadığı bir sistem. Bunu eleştiriyoruz, son derece normal bir eleştiri. Mesela, sanayi odaları, menfaat birliğidir, hepsi sanayicidir, 'Sanayi Odaları Birliği' diye bir şey oluşturursun. Tüccarlar aynı şekilde. Sonra da bunları mesleki örgütleri destekleyecek şekilde yapılandırırsın. Meslek örgütleri öneriyorum. En önemli şeylerden biri standardizasyonları belirlemek ve genelde gelişmiş ülkeler, gümrüklerle korumuyorlar kendilerini, standartlarla koruyorlar. Diyorlar ki bize, "Şu makineyi şu standartta yapacaksın!" Öyle standartlar getiriyor ki, sen burada o standartlara uymak için maliyetlerini yukarıya taşımak zorundasın. Alman hükümeti diyor ki, "Almanya standart belirleyen ülke konumundan çıkarsa, dünyadaki teknoloji üreten ülke konumunu da kaybeder", bu kadar önemli. Bu standartları da oradaki sivil toplum örgütleri hazırlıyor, o kadar gelişmiş. Bizim sivil toplum örgütlerimiz son derece cılız. Nasıl cılız kalmasın ki, adam ticaret odasına, sanayi odasına para veriyor, sonra gel burada bir meslek örgütüne para ver! Önerdiğimiz konular arasında mecburi üyeliklerin ortadan kaldırılması, meslek örgütlerinin gönüllülük esasına göre oluşturulması ve bunların proje üreten kurumlar haline dönüşmesi var.
Peki bu standartlar konusunda TSE'nin rolü nedir?
TSE, köklü bir reforma tabi olması gereken bir kurum. Türkiye korkular ülkesi bu yüzden bir işadamı olarak korkmam lazım, " TSE'ye birşeyler söylersem yarın müfettişleri kapıma gelir" diye. Buralardan çıkacağız. TSE'nin faaliyetlerinden şikâyet etmeyen hiçbir işadamı yok benim gördüğüm. Ama bunun eleştirisine de rastlamadım. Nereden kaynaklanıyor bu, eee bi sürü örgüt var. Şimdi iş dünyasının bu ürkekliği atması için Türkiye’de gerçekten adaletin artması gerekir. Bizim kanunlarımıza göre sistem vatandaşına günahkar bakıyor. Bunun üzerine de herkesin bir açığı var. Bu sebeple de herkes konuşmaktan ürküyor. İşte bunu ortadan kaldırmamız, kayıt dışını ortadan kaldırmamız ve adaleti sağlamamız gerekiyor. Sermaye bu düşüncede olmadıkça bu düşünceler, bu özgürlükler çok zor olacak. Sadece entelektüellerin, akademisyenlerin konuşmasıyla buralara gidemezsiniz. Dünyadaki bütün bu değişimlerin arkasında sermaye vardır. Sermayenin hangi bilinçte olduğu çok önemlidir.
Siz sürekli eğitimler veriyorsunuz ve bu eğitimlerde gençlerle buluşuyorsunuz, onlara üstüne basarak ne söylüyorsunuz?
Üstüne basarak söylediğim şey, her yaşta ve her zamanda geriye dönüp baktığı zaman arkasındaki hikâyenin kendi hikâyesi olması gereklidir. Başkasının yazdığı hikâye değil. Bu hikâyeyi ben yazdım diyebilmeli, yalnız kalmayı göze alabilmelidir. Değişime açık olması lazım. Kimse dünyanın merkezi değil, dünya tek bir hakikat üzerine oturmuyor. Bunları algılamaları, neler olup bittiğini takip etmeleri lazım. Kendimize hep bir öncüler yaratmaya çalışıyoruz. Ben bunu bir hata olarak görüyorum. Kendine güvenen bir nesil ve topluluk oluşturmak zorundayız yani birey olma özelliklerimizi öne çıkarmamız lazım. Toptancı kabullerin dışında olmamız lazım. Özgün olmalıyız, hayatımız bize ait olmalı. 'Bu benim, bunu ben yazdım' demeli! Başkasının yazdığı bir şeyde dünyanın en tepesine çıksan ne olur?
Türkiye'de yerli makine alanında çok fazla çalışmada imzanız var ve bu çalışmalar da büyük adımlar olarak geri dönmüş gibi görünüyor. İşe ilk başladığınızda, hani ünlü isimlerle ilk reklamları çektiğinizde, bu sıçramaları öngörüyor muydunuz?
Bu kadar hızlı bir şeyi öngördük dersek doğru olmaz, çünkü bambaşka bir insanla konuşuyorsunuz, anlaşılmasını istiyorsunuz, çok farklı menfaat grupları ile karşı karşıyasınız. Her an yıpratılma ve farklı anlaşılmak.. Allahtan bunları kaale alan biri değiliz. Önce şunu söyleyeyim, daha işin başındayız, yeni başlıyoruz.
Yeni başlıyoruz diyorsanız, hedefi hayal edemedim birden..
Ciddi bir taban elde ettik, bir görüş oluştu. Şimdi daha örgütlü olmak, sadece makinecilerle değil, aynı zihniyeti paylaşan kişi ve kuruluşlarla tabanı daha da genişletmek istiyoruz. Daha özgürlükçü ve refah içerisindeki bir Türkiye için, katma değerli üreten, sanayinin yapısını değiştiren ve cidden kayıt dışı ile mücadele edecek bir yapı oluşturulmasını sağlayacak adalet sisteminin düzgün hale getirilmesini isteyen, evrensel değerlere çok daha yatkın, düşündüğünü söyleyebilen bir topluluk oluşturmak istiyoruz. Bunun da başındayız. İçimizdeki kendine güvenden çok bahsediyorum. Makine sektöründeki ithalat ve ihracat rakamları size bir şeyler anlatmalı. 23 milyar dolar makine ithal ediyoruz, bunun yüzde 75'ini Türkiye'de ürettiğimiz halde ithal ediyoruz.
Çok saçma, niye?
Çünkü şöyle düşünüyoruz. Batılı yaparsa iyi yapar, biz ne anlarız.
Burada da kendine güvensizlik yatıyor yani..
Tam bir güvensizlik! Bu topraklara ve kendimize güveneceğiz. Kimseden aptal değiliz. Bizim konumumuzu değiştirecek şey, bizim tüm bunları algılama kapasitemiz ve çalışkanlığımızla ilgili. Ama biz kurnazlık peşinde koşarsak, o makas asla kapanmayacak. Sadece ve sadece biz Türkiye’de bu bilinçte olsak .. Bir Türk makinecisinin yaptığı makine arıza yapsın dünyayı başına yıkıyorlar, öbür tarafta Alman'ın yaptığı makine arıza yapsın, aylarca bekliyorlar. Bunları yaşıyoruz. Bir değişim sürecinin içindeyiz. Türkiye bin yılın fırsatının üzerinde oturuyor. Düşünün, bloklara bakın, bir tarafta Avrupa, bir tarafta Uzakdoğu, bir tarafta Amerika Avrupa ekonomisi bugün üretmekte zorlanıyor. Uzakdoğu ekonomisi hızla oraya doğru ihracatını arttırıyor. Peki bu iki büyük ekonomi arasındaki en stratejik geçiş noktası neresi? Türkiye. Türkiye, Avrupalı yatırımcılardan çok, Uzakdoğu'daki yatırımcıları kendine çekmeli. Hem Avrupa’ya, hem Uzakdoğu'ya, Türkiye'nin lojistik anlamını anlatabilmeli çünkü bu bölge aynı zamanda etrafı enerji üreten ülkelerle dolu. İşte tüm bunları değerlendirmek için dev bir strateji oluşturmak, planlı hareket etmek ama her şeyden önce kendine güvenip risk alan ülke olmak zorunda. Hepimizin şunu çok iyi bilmesi gerekiyor ki bir ülkeyi, bir devleti korumak halkı zenginleştirmek ve özgürleştirmek ile mümkün olur. Ortadoğu'da son olaylarda gösteriyor ki, ceberut yönetim anlayışları ve toplum mühendislikleri hiçbir zaman başarıya ulaşamamaktadır. Türkiye pek çok imkâna sahip ve geleceği parlak bir ülkedir.
Makine İhracatçıları Birliği Başkanı Adnan Dalgakıran'dan bahsediyorum. Ancak O, sadece Makinecilerin Başkanı değil, TİM Yönetim Kurulu Üyesi ve İSO Meclis Üyesi aynı zamanda. Sahibi olduğu Dalgakıran Kompresör ise sektörün iddialı ve güçlü firmalarından. Koyu bir Beşiktaşlı olduğunu da söylemeden geçemeyeceğim.
Yoğun emek ve zaman isteyen tüm bu işlerin arasında sıkça üniversiteli gençlerle buluşup, iş ve hayat deneyimlerini paylaşıyor. Yetişmiş ve farkındalığı yüksek bir neslin ülke için önemini her cümlesinde vurguluyor.
Aslında kendisiyle bir dönem Show TV'de hazırlayıp sunduğum Barkot programı için röportaj yapmak istemiş ama bir türlü gerçekleştirememiştim.
Kısmet Gazetesiz okuyucularınaymış.
Ancak şunu söylemeden de geçemeyeceğim ki, Adnan Dalgakıran ile daha önce tanışamadığım için kendi kendime bir hayli hayıflandım.
Hani hayatta bazı insanlar vardır, öğretmek gibi bir gayeleri olmasa bile, herhangi bir sebeple karşılaştıkları insanlara mutlaka birşeyler katarlar. İşte Adnan Dalgakıran da böyle insanlardan biri.
Röportaj öncesinde gerçekleştirdiğimiz küçük sohbette bile söylediğim her fikre +1 değer kattı. Hal böyle olunca da, Türk makinecilerinin son bir kaç yılda yaşadığı gelişmeye de şaşırmamak gerekiyor. Öyle ki, şu anda makine sektörü Türkiye'nin en hızlı büyüyen sektörlerinden biri. Ancak bu onlar için sadece bir başlangıç. Hedef; kendi bilgisini üreten, bu bilgiyi teknolojik ürüne dönüştüren ve ürettiği ürünleri tüm dünyaya pazarlayan, söz sahibi bir sektör ve tabi çok daha fazla özgüvenli.
Artık Türk firmalarının kendilerine ve ürettikleri ürünlere güven duyması gerektiğini söyleyen Adnan Dalgakıran, 'Batılı yaparsa iyi yapar' mantığından kurtulmamız gerektiğini işaret ediyor.
Bu elbette zor bir süreç, ama Adnan Dalgakıran, "Herkes kendi hikayesini yazsa" deyince, birden gözümde canlanıveriyor yapılabilecek projeler ve varılabilecek nokta. Bunun dillendirilmesi bile kulağa hoş geliyor. Hemen hemen her sektörde yaşanabilecek gelişim tatlı bir hayal değilmiş üstelik. "Başarılabilir mi?" diye soruyorum, "Ben mühendisim, ben söylüyorum, başarılabilir" diye cevap veriyor. Kendi otomobilini yapmak da hayal değil dediğine göre, uçağını da.. Ama bunun için tek bir gereklilik olduğunu ekliyor hemen ve diyor ki, "Artık ülkesine hizmet etmek için heyecan duyan insanlara, işadamlarına ihtiyacımız var!" Yani, ortak menfaat gruplarına, birliklere, örgütlere..
Ama işte tam bu noktada Adnan Dalgakıran röportajın manşetini atıyor.
"Biz örgütlenemeyiz, bizi örgütlerler"
Örgütlenme demişken, bir de TOBB'u sorayım diyorum, kaşları çatılıyor ve başlıyor anlatmaya.
O anlattıkça, ben soruyorum ve işte Gazetesiz okurları için bu özel röportaj çıkıyor ortaya.
Yeliz PULAT
Öncelikle bu yılın başında açıklanan Sanayi Strateji Belgesi ile başlamak istiyorum. 2011-2014 yıllarını kapsayan bu belge, içerisindeki Makine Strateji Belgesi ile sizi de çok fazla ilgilendiriyor. Bu belge neden önemli ve nasıl bir yol haritası çiziyor?
Meşhur bir söz vardır, "Hedefi belli olmayan gemiye hiçbir rüzgar yardım edemez. Dolayısıyla ne yaparsanız yapın, önce bir hedef belirlemelisiniz, sonra da buna yönelik strateji hazırlamalısınız. Ama bu da yetmez, bir de bu stratejiyi uygulamak için eylem planı hazırlamanız ve bu eylem planı içerisinde de yapabilirliğinizi kontrol etmeniz gerekiyor yani ölçemediğiniz şeyi de yönetemezsiniz. Türk sanayisine baktığımız zaman, bugüne kadar hükümetler tarafından belirlenmiş bir ana stratejisi olmayan şekilde gelişti. Biz Batı'daki "Bırakınız yapsınlar, bırakınız etsinler" kavramının gerçekten herhangi bir stratejisi olmadan gelişmiş hadiseler zannediyoruz. Oysa tamamı stratejiler üzerine kurgulu. Örneğin bir Almanya ne üreteceğini stratejik olarak belirliyor, Amerika'yı zaten tüccarlar kurdu... Kore'ye baktığınız zaman stratejisini emek yoğun sektörler değil de, katma değer üreten sektörler üzerine kurguladı, "Dünyada markalar yaratacağım" diye belirli şeyler ortaya koydu ve bunların üzerinden bir serbest rekabet ortamı doğdu. Türkiye'de de bir Devlet Planlama Teşkilatı var, bu Devlet Planlama Teşkilatı'nda da birşeyler planlanır ama buna da baktığımızda - ben onu araştırdım- teşkilatın kurulduğundan bugüne kadar plan adı altında yazdığı şeylerin ancak yüzde 5'i hayata geçmiş. Sadece Rahmetli Özal zamanında yüzde 20'e kadar çıkmış bu oran. Bu açılardan baktığımız zaman Sanayi Bakanlığı'nın yaptığı bu çalışma gerçekten Türkiye için çok önemli ve bir ilk'i oluşturuyor. Ama bu stratejinin daha da geliştirilmeye ihtiyacı var. Neticede bu bir ayet değil ki, indi ve böyle sonsuza kadar gidecek çünkü dünya da büyük bir sürat ile değişiyor. Değişimler çok hızlı oluyor. Dolayısıyla da esnek kabiliyetleri, her yıl tekrar gözden geçirilen eylem planı olan ve eylem planında izlenilebilirliği olan bir mekanizma haline dönüştürülecektir. Sayın Bakan da bununla ilgili çok ciddi çalışmalar yapıyor, kendi bürokrasisi de bu konuda gerçekten çok azimli. Tabi bu çalışmayı yaparken de çok önemli bir şeyi gerçekleştirdiler -ben bunun altını çizmek istiyorum, nedir o?- şimdi bürokrasi içerisinde şöyle bir anlayış vardır; "Bürokrasi herşeyi bilir, iş dünyası da sadece kendi menfaatlerini korur." Bu stratejik çalışma yapılırken Türkiye bunun dışına çıktı. Oradaki bürokrat arkadaşlarımız gerçekten iş dünyasını ve dünyayı algılamaya çalıştılar ve 'Biz bu işi biliriz' havasından çıktılar. İş dünyasını ve Türkiye'nin içinde bulunduğu durumu kavramaya çalıştılar. İş dünyasında Türkiye’nin içinde bulunduğu konjonktür’ü göz önünde tutarak salt kendi menfatleri açısından değerlendirme yapmadı. İşte bu işbirliğinden de bu stratejik belge çıktı. Bu stratejik belge -ki 2014 yılına kadar olan bir belge- Türkiye'nin 2023 yılıyla ilgili planlarına yani 500 milyon dolar ihracat gibi pek çok hedeflerine ve bunlara nasıl gideceğimize dair bir yol haritası.
Tüm Türk sanayicilerinin ve iş dünyasının onayını aldı mı bu belge?
Tüm iş dünyasının onayını alırsa doğru bir belge olmaz. Bu bir gerçeklik hali değil. Bu bir gerçeklik hali olmadığı için ben tüm iş dünyasının onayını alıp almamasıyla çok ilgilenmiyorum açıkcası. Siz bir belge hazırlıyorsunuz ve bu belge sizin de değişmenizi öngörüyor. Biri size "Sen de kafanı değiştireceksin" derse, burada da "Tamam, biz, hepimiz kafamızı değiştirmeye hazırız" diye bir tepki beklemek saflık olur. Dolayısıyla bize de değişmeyi anlatıyor. Ne diyor bize, neleri değiştirmemiz gerekiyor? Türkiye emek yoğun sektörlerden katma değerli sektörlere geçmek ve her sektör ürettiklerini daha katma değerli alana kaydırmak zorunda. 1980'li yıllara baktığımız zaman Türkiye'de kişi başı milli gelir seviyesi 1000 dolardı. Türkiye'deki ihracatı 2 milyar dolardı. Onun içerisinde de emek yoğun ve istahdama dayalı sektörleri geliştirdik ve Türkiye'de bir sanayi hamlesi başladı ve 30 yılda bugüne geldik. Pek çok kanunu o yıllarda değiştirdik, örneğin Türk Parasını Koruma Kanunu, Türk Sanayisini Koruma Kanunu.. Geldiğimiz yer neresi, 10 bin dolar kişi başı milli gelir seviyesi. 1000 dolar kişi başı milli gelir seviyesine göre oluşturduğun ekonomik düzenek, 10 bin dolar kişi başı milli gelir seviyesinde yürümez, değişime ihtiyacı var. Eğer hedeflediğin yer 2023'de 30 bin dolar kişi başı milli gelir seviyesi ise bugünkü sanayin, bu mantıkla, seni oraya taşımaz. Öyleyse devlet olarak, bürokrasi olarak, iş dünyası olarak hepimiz değişmeye daha doğrusu gelişmeye açık olmalıyız. Bir takım zorlukları üstlenmemiz gerekir. İşte bu stratejik belge bize gideceğimiz yeri gösterirken, aynı zamanda nelerin içerisinden geçmemiz gerektiğini de anlatıyor olması sebebiyle çok önemli.
Şu anda Türk sanayisine baktığımızda, bir yarış olarak düşünürsek, öndeki dinç ve güçlü koşuculardan biri miyiz, yoksa gerilerde toz mu yutuyoruz?
Türk ekonomisini sürükleyen unsurlara baktığınız zaman, mesela ihracatımız toplam ekonomik büyüklüğümüzün yüzde 15'ini oluşturuyor.İşte tarım sektörü, tekstil sektörü, kimya sektörü gibi unsurlara bakıyorsunuz. Kurduğumuz şey ne üzerine, biz ne ile rekabet ediyoruz? Ya da Amerika 'daki, Almanya'daki ve diğer ülkelerdeki rakiplerimizle ile hangi gücümüzle rekabet etmeye çalışıyoruz? Yakın bir zamana kadar bu, emeğin ucuzluğu üzerindendi. Bizde emek, Alman'a göre daha ucuz, İtalyan'a, İspanyol'a... Çin'e göre daha ucuz değil, "Aman Çin ile rekabet edelim!" diyoruz, değil mi? Çinde emek, bizden ucuz . Bu bize gitmemiz gereken yeri gösteriyor. Artık Türkiye'de emek ucuz değil. Öyleyse artık emek ile rekabet etme döneminin sonuna geldik.
O zaman ne ile rekabet edeceğiz?
Bugüne kadar ne yapmışız? Teknolojiyi satın almışız, satın aldığımız teknoloji ile de üretim yapmışız. Şimdi ne yapmamız gerekiyor? Kendi teknolojimizi üretmemiz gerekiyor. Kendi üretim araçlarımızı üretmemiz gerekiyor, kendi savunma sanayimiz kurmamız gerekiyor. Kısacası ucuz emekle rekabetten, nitelikli iş gücü ile rekabete geçmemiz gerekiyor. Bunun için de eğitim sistemimizde yeni bir bakış açısı geliştirmemiz gerekiyor.
Biz bunu yapabilir miyiz?
Biz bunu yapabiliriz. Ama yapmamız için Türkiye'de çok şeyin değişmesi ve gelişmesi gerekiyor yani o 'Stratejik Sanayi Belgesi'nde yazılmayan pek çok şeyin daha olması gerekiyor.
Son olarak makine sektörüne Türk Eximbank ve Halkbankası'nın destek verdi.Zannediyorum bu destekler de önemli bir eksiğin kapacaktır, değil mi?
Bunlar zaten olması gereken şeylerdi. Batı'da bu destekler 70 senedir var. Ama geçmişte finans sektörü devletin açıklarını kapamak üzere oluşturulmuş bir mekanizmaydı. Yani bankalar devlete kağıt satardı, devlet borçlanırdı ve dolayısıyla da özel sektöre çok pahalı kredi verirdi. Daha evvelde sermaye birikimi aşaması vardı. Onda da mevduat hesaplarının faizleri daha yüksekti. Orada da halkı sömürme vardı. Bunlar değişti, bunlar bitti Türkiye'de. Sonra Türkiye'nin borçlanması ve bu borçlanmaya bankalar kaynak sağlayan unsur halindeydi. O bitti. Bakın burada önemli bir gelişme var aslında, artık devlet bankalardan borçlanmayı azalttı. Bankalar ellerindeki kaynakları birilerine satmak zorunda. Bu da ekonomiye doğru yatırımlara doğru akan kaynak haline geldi. Halkbankası, Eximbank ile yaptığımız çalışmalara başka bankalar da eklenecek. Ama bunun ötesinde de başka şeylerin olması gerekiyor. Şimdi soralım, rekabeti neyin üzerinden yapıyoruz? Emek üzerinden. Yabancı sermayenin Türkiye'ye girişine bakın. Ciddi şekilde yabancı sermaye girdi değil mi Türkiye'ye?
Evet..
Türkiye’ye giren doğrudan yatırımların büyük bir kısmı hizmet sektörüne geldi.Türkiye’de üretip dünyaya mal satmak üzere ciddi bir yatırım gelmedi. Yabancı sermaye 2 sebepten dolayı bir ülkeye gider, ya orada emek ucuzdur, ya da nitelikli iş gücü vardır. Artık Türkiye’de emek ucuz olmadığı için buna dayalı yabancı sermaye girişi olmaz. Öyleyse nitelikli iş gücünü geliştirmemiz gerekir. Türkiye bu konuda sahip olduğu genç nüfusunu eğitimli hale getirerek çok büyük bir avantaj yakalayabilir.
Bugüne kadar yatırımın geliş noktasına baktığımızda, sanayicilerin de bir özeleştiri yapması gerekmiyor mu?
Şimdi burada sanayicileri ayıralım, tek bir grup yok. Büyük sermaye Türkiye'de teknoloji üretimine yatırım yapmadı. Biz Kore'deki gibi kendi markamızı yaratamadık, otomobil firmaları yaratamadık, makine firmaları yaratamadık, dünya markaları yaratamadık biz... Bizim oraya yönelmemiz lazım ve zor bir süreç bu. Tabi ki işadamları da, devlet de çok ciddi özeleştiri yapmak zorunda. Hepimizin tartışmamız gereken süreçler bunlar ama Türkiye'de bunları tartışacak entellektüel birikim henüz daha elle tutulur seviyeye gelmedi. Şimdi çabamız, bu tartışmaların buralara doğru sürüklenmesi. Baktığınız zaman, Türkiye bir arazi rant alanı haline getirilmiş. Teknoloji gelişmiş yörelerde yapılıyor ama siz bir iş yapacaksınız. yüksek teknoloji bir ürün üreteceksiniz, bunu kalkıp da Siirt'te üretemezsiniz. Zaten İstanbul'da bile o kalifiye adamı bulamıyorsunuz. İstanbul'a geldiğiniz zaman karşınıza metrekaresi 400–500 dolarlık araziler çıkarıyorlar. Türk sanayicisi markalaşmanın, verimliliğin, kaliteli üretimin ve pazarlamanın önemini biliyor ama bu konuda alması gereken daha çok mesafe olduğunun da farkında. Ayrıca taklitden özgün olma aşamasına geçme çabası içerisinde aynı konuda çok sayıda işletmenin birbiriyle rekabet içerisinde olması sektörlerin ölçek ekonomisine geçmesinin önünde çok büyük problem oluşturuyor. Sadece makine sektöründe Avrupa birliğinde 25.000 makine üreticisi varken ve bunlar 800 milyar dolar’lık üretim yaparken, Türkiye’de 20.000 makine üreticisi bulabilirsiniz ve toplam 25 milyar dolarlık üretim yaptığını düşünürseniz. Buradan ölçek ekonomisinde işletme çıkarmanın ne kadar zor olduğunu görürsünüz.
Dolayısıyla sanayicilerin tersine bir beyin göçü başlatmaları gerekiyor anlaşılan...
Bravo, onu da güzel yakaladınız. Zaten bu Ar-Ge ve diğer destekler konusunda bizim İhracatçı Birliği olarak sürekli söylediğimiz birşey var; Biz yurtdışından transfer ettiğimiz beyinlerin de hükümet tarafından desteklenmesini istiyoruz. Türkiye’de tersine beyin güçünün oluşturulabilmesi için gerekli zemini hazırlamasının şart olduğunu düşünüyoruz.
Şu an verilen destekler yetersiz mi?
Türkiye hiç olmadığı kadar AR-GE desteği veriyor. Bu desteklerin önemli bir kısmı doğru yerde, ama bir kısmı da doğru yerlere isabet ettirilemiyor. Mesela diyelim ki, KOSGEB'in kaynağı 1 milyon dolar ise bütün Türkiye'deki sektörlere destek verecek bir kurummuş gibi gösteriliyor bu. Hepsine dağıtsa 1000 dolar düşüyor kurum başına. Bizim stratejide bu da önemli. Şimdi değiştirdi onu, projeye destek verir hale geldi. Evvelden o desteği veriyordu, adam araba alıyordu kendine. Bu desteklerin verimli hale getirilmesi lazım. Bunları verimli harcayıp harcamadığımızın analizinin yapılması gerekiyor. Şu anda pek çok destekler de yapılamıyor. Ölçemediğiniz şeyi yönetemezsiniz. Bu bizim devlete getirdiğimiz bir eleştiri. Ben bunu bir iş adamı olarak dile getiriyorum ama bir başka işadamı "Olur mu kardeşim, herkese versin" diyebilir ama eğer bir hedef belirlemişsek bizim 2-3 tane sektörü dünya çapında hale getirmemiz lazım. Orada oluşturacağımız marka imajı tüm sektörleri ve Türkiye'yi etkileyecektir. Eğitim sisteminde ise köklü değişiklikler yapmamız gerekir - ki yine bununla ilgili önerimiz var Sayın Milli Eğitim Bakanımıza, ilk pilot uygulamayı da İstanbul'da yapacağız - meslek liselerine bakış açımızı kökünden değiştirmemiz gerekli.
Nasıl olacak bu?
Yapacağımız uygulama şu; Bir mütevelli heyeti olacak o meslek lisesinin ve uzmanlık alanı olacak. O mütevelli heyet içerisinde sanayici, yerel yöneticiler, Milli eğitim bakanlığı KOSGEB'den ve belki de o bölgede çalışan mühendisler olacak ve oradaki fabrikaları da o meslek lisesinin sanki alt yapısını oluşturan unsurlar gibi tam bir iş birliği içerisinde sanayinin içinde yetişeceği bir mekanizma önerdik. Şu anda pilot uygulamasını İstanbul'da yapacağız. Bunu da ilk kez size söylüyorum.
Müthiş bir proje olacak gibi görünüyor. Dilerim başarıya ulaşır. Peki az önce potansiyel bir kaç sektör öne çıkmalı dediniz. Bunlar hangi sektörler olabilir sizce?
Şimdi ben makinecilerin Başkan'ı olduğum için 'makine' diyeceğim ama.. Bakın, tabi ki birinci öncelik makine. Neden önemli? Önce bir örnek, Çin'in 1992 yılındaki makine ihracatı 3 milyar dolardı. Bizim toplam ihracatımız 10 milyar dolar. Yani uzun zaman değil, 92 şurada değil mi? Bizim üçte birimiz kadar olan Çin'in makine ihracatı ve dünyanın en büyük makine üreticisi Almanya.Çin bunun üretim araçlarını üretmenin ne kadar stratejik olduğunu çok iyi kavradığı için sadece 16 yılda 3 milyar dolardan 270 milyar dolara getirdi makine ihracatını..
İnanılır gibi değil..
Evet. Üretim amaçları üretmek niye önemli? Teknoloji o kadar hızlı değişiyor ki, siz bugün bir makine alsanız- örneğin bu tereyağların kapağını kapatan bir makine çok da sağlam makine olsa, "20 yıl da bundan ekmek" yerim deseniz, bu makine diyelim ki dakikada 1000 kapak kapatıyor. Adamın biri ertesi sene dakikada 3000 tane kapak kapatan bir makine yapıyor, sen bir anda teknolojik olarak rekabette geri kaldın! Bir anda senin maliyetlerin artık öbür kinden daha pahalı hale geldi. Ne yapıyorsun, sen de onu almaya çalışıyorsun hayatta kalabilmek için. Teknolojiyi bu şekilde satın alarak üretim yapan ülkeler tam bir teknoloji çöplüğü haline dönüşüyor ve dış borçları artıyor çünkü üretimini buna yaslayarak yapıyor. İşte onu üretmek bunun için çok önemli. Artık üretim araçlarının materyal ömürlerinden çok teknolojik rekabet de önemli.
Peki bulunduğumuz yerde nereden başlanmalı..
Öncelikle kısa, orta, uzun vadeli planlarımızı yapmamız gerekiyor. Eğitim sistemimizi geleceğin Türkiye’sini göz önünde tutarak yeniden yapılandırmamız gerekiyor. Birey yetiştirmenin önemini kavramamız ve dünyadaki gelişmeleri yakından gözlemleme yeteneğine sahip, analitik düşünebilen, entelektüel bir girişimci kuşağı yaratmamız lazım. Dünyada bütün ülkeler ekonomik olarak adeta bir zincir ile birbirine bağlı. Yalnız bu zincirin önündekiler diğerlerini kendi istediği yöne doğru sürüklemektedirler. Küreselleşmeyi bir sel olarak kabul edersek, onun varlığını reddedip sele karşı durmaya çalışmak hiçbir fayda sağlamaz. Ancak bu bizim zincirin önünde yer alan ekonomilerin, diğerlerini kendi istediği yöne doğru çekme çabalarını görmezden gelmemizi de gerektirmez. İşte yapmamız gereken bir yandan küreselleşme ile uyumlu hareket ederken, bir yandan da kendi stratejilerimiz geliştirmemiz. Eğer zincirin önündeki ülkeler arasında yer almak istiyorsak, yani küresel bir ülke olmak istiyorsak, mutlaka ve mutlaka kendi teknolojisini üreten ve buna dünyada pazar bulan bir ülke konumuna gelmemiz gerekiyor.
Başbakan'ın çağrısına ne diyorsunuz? Kendi otomobilimizi üretmek bir hayal mi?
Hiç hayal değil. Ben mühendisim ve teknolojik ürünler üretiyorum. Bunlar hayal değil! Bunları bilmeyen insanlar için doğal olarak öyle gelebilir. Gerekli olan şey gayret ve kararlılık. 'Bilgiler yok' diye bir şey yok, İran nükleer santral yapıyor dünyanın ambargosuna rağmen. Bugün internete gir, atom bombası yaparsın, bu bilgiler var ve yapılabilir. Kolay demiyorum ama imkânsız değil. Sadece kararlılık lazım. Brezilya bugün dünyanın üçüncü büyük uçak firmasına sahip. Burada kararlılık ve bunun gerekliliğine inanmak gerekiyor. Tabii otomobil herkesin bildiği popüler bir konu olduğu için, teknoloji üretmek ya da marka üretmek dediğimiz zaman ilk akla gelen konu oluyor ama günümüz dünyası içerisinde çok daha yüksek katma değerli teknolojik ürünlerin varlığını biliyoruz. Tek bir konuya bağlı kalmadan teknoloji üretimini bir bütünlük olarak değerlendirmemiz gerekiyor.
Bunu sadece kararsızlığa ya da gayretsizliğe bağlamak doğru mu? Mutlaka önlerinde başka engeller de olmalı, yoksa neden yapmasınlar?
İşte orada şu mantığa gelmek lazım. İşadamı demek, ne demek, işadamı demek çabuk kolayca para kazanacağı yerde tatmin duyan insan demek mi? Yoksa belli bir noktaya geldikten sonra bu ülkeye hizmet vermek için yapılamayanları yapmak için heyecan duyması gereken insanlar mı? İşte bizim bu heyecanı duyması gereken insanlara, bu heyecanı duyması gereken bürokrata, bu heyecanı duyması gereken siyasetçiye ihtiyacımız var. Sayın Başbakan'ın söylediği şey çok önemli -ben ilk defa bir Başbakan'ın ağzından böyle birşey duydum- yani biz hatırlayın, topumuzu tankımızı dışarıdan aldık, Kıbrıs harbi oldu, her yer tıkandı. Bugün hatta tartışıyoruz, uçurduğumuz uçakların bilgi işlem merkezlerini başkaları yapıyor, acaba sınırın ötesine geçer mi bir savaştan sonra bilmiyoruz. Nelerle karışılacağımızı bilmiyoruz. Zenginliği yaratmak istiyorsak teknolojiye ve katma değerli ürünlere ihtiyacımız var. Biz şunu savunuyoruz hep, ülkenin kısıtlı olan kaynakları tamamen bu alanlara doğru kaydırılmalı. Böyle bir menfaat grubuyuz. Burada da risk alacak, taşın altına parmağını sokacak işadamları istiyoruz. Burada yapmaya çalıştığımız şey, bu işadamı profillerini değişime zorlamak. Biz bu coğrafyadaki insanların en büyük eksiği olan organizasyon becerisinin geliştirilmesini istiyoruz. Biraraya gelerek iş yapabilme kabiliyetlerinin geliştirilmesini ve desteklenmesini istiyoruz. Ama şu anda durum buna çok müsait değil. Baktığınız zaman, Türkiye'de serbest pazar ekonomisinden çok söz edemiyoruz. Çalışanların yüzde 44'ünün kayıtdışı olduğu bir yerde serbest rekabetten bahsetmek mümkün değil. Yüzde 44 ne demek Yeliz Hanım? 30 milyar lira tutuyor. Yani 1 milyar KOSGEB desteğinden bahsediyoruz ya, aslında kuralları tanımayan insanlara 30 milyar lira destek veriyoruz. Karşısında ise kurallara uyanlar rekabet etmeye çalışıyor. İşte burada adalet önemli. İş dünyası dediğimiz zaman Türkiye'de konuşulan şeyler "döviz girsin çıksın.."dan ibaret. Ben bir işadamı olarak tartışmaların bu kadar kısır yerlerde kalmasından utanıyorum. Sadece döviz ya da vergi konuşan bir sistemin içinde olmak istemiyorum. Sermaye bir ülkede özgürlüğün ve refahın artması için en önemli unsurdur ve sermayenin o bilinçte olması gerekir. Sermayenin Türkiye'yi daha demokrat, daha özgür olmaya zorlaması gerekir. Ama bizdeki kuruluşlara ve iş dünyası örgütlenmelerine baktığımız zaman, biz örgütlenemeyiz bizi örgütlerler.
Örgütlenme demişken, size TOBB desem..
Bu konuyu önümüzdeki dönemlerde de inceleyeceğiz ama sizinle başlayalım. Şimdi diyoruz ki, "Türkiye'de daha fazla demokrasi, daha fazla özgürlük olmalı", sonra ben içinde olduğum bir kuruma karşı eleştiri getiriyorum ve diyorum ki, "Bu kurum böyle olmamalı". Bakınca bir hakaret yok, sadece eleştiri. Karşıdan gelen cevap, "öyle değil" diye anlatmak yerine, "Bunun art niyetleri var, kötü niyetli, haddini bilmez" oluyor. Kendi içinde demokrasiden nasibini almamış bir kurum, bu ülkeye nasıl demokrasi önerecek? 28 tane makine birliği bir araya gelip bir platform oluşturmuş, öyle mecburi üyeliği olan dernekler değil, gönüllü üye olunan dernekler. Makine sanayi stratejisinin hazırlanmasında TOBB bu platformun muhatap alınmamasını istiyor. Türkiye’de gönüllü kuruluşların gerçek sivil toplum örgütü olarak tanımlanması ve bunların güçlenmesi gerekiyor, Sivil toplum örgütlerinin gelişmesini istiyoruz. Duruşumuz belli. Duruşumuz sivil örgütlenmelerin kuvvetlenmesi ve bunun altyapısının güçlendirilmesi ama TOBB gibi merkeziyetçi kuruluşlar bunun önünde bir engel. Siz şimdi mecburi üyeliği kaldırın, kaç kişi üye olur TOBB’a ya da Ticaret ve sanayi odalarına?
Bilmiyorum, kaç kişi üye olur?
Yüzde 95 azalır. Ciddi bir paranın üzerinde oturuyorsunuz neyi savunuyorsunuz? Ben şöyle birşey sorayım size, diyelim ki bir kulübünüz var, mesela tavşansevenler derneği başkanısınız, bu kulübe avcıların da üye olmasını ister misiniz?
Elbette istemem, hatta büyük bir karmaşa çıkacağına da eminim.
Şimdi ben size Odalar Birliği'nin yapısını söyleyeyim. İçinde 110 milyar dolar ihracat yapan ihracatçı var, 200 milyar dolar ithalat yapan ithalatçı var, sanayicide var, tüccar da var, Carrefour da üye, bakkal da üye, küçük işletme de üye, büyük işletme de üye, kayıt dışı çalışan da üye, kayıt altında olan da üye.. Böyle bir kurum hangisinin menfaatini savunabilir? Gücünü rekabetten alan iş dünyasına örgütlenmesi devlet eli ile oluşturulmuş bir tekelciliğe sahiptir.
Peki ideal olan nedir?
Bunun çalışmalarını yapıyoruz, kamuoyuna da sunacağız. Dünyada böylesine kült bir yapı yok. Biz yerinden yönetimi, yereli savunuyoruz, değil mi? Ama iş dünyasını öyle bir mekanizma içine almışız ki, adeta tamamen merkeziyetçi ve bürokratik. Aşağının sesini yukarının duymadığı bir sistem. Bunu eleştiriyoruz, son derece normal bir eleştiri. Mesela, sanayi odaları, menfaat birliğidir, hepsi sanayicidir, 'Sanayi Odaları Birliği' diye bir şey oluşturursun. Tüccarlar aynı şekilde. Sonra da bunları mesleki örgütleri destekleyecek şekilde yapılandırırsın. Meslek örgütleri öneriyorum. En önemli şeylerden biri standardizasyonları belirlemek ve genelde gelişmiş ülkeler, gümrüklerle korumuyorlar kendilerini, standartlarla koruyorlar. Diyorlar ki bize, "Şu makineyi şu standartta yapacaksın!" Öyle standartlar getiriyor ki, sen burada o standartlara uymak için maliyetlerini yukarıya taşımak zorundasın. Alman hükümeti diyor ki, "Almanya standart belirleyen ülke konumundan çıkarsa, dünyadaki teknoloji üreten ülke konumunu da kaybeder", bu kadar önemli. Bu standartları da oradaki sivil toplum örgütleri hazırlıyor, o kadar gelişmiş. Bizim sivil toplum örgütlerimiz son derece cılız. Nasıl cılız kalmasın ki, adam ticaret odasına, sanayi odasına para veriyor, sonra gel burada bir meslek örgütüne para ver! Önerdiğimiz konular arasında mecburi üyeliklerin ortadan kaldırılması, meslek örgütlerinin gönüllülük esasına göre oluşturulması ve bunların proje üreten kurumlar haline dönüşmesi var.
Peki bu standartlar konusunda TSE'nin rolü nedir?
TSE, köklü bir reforma tabi olması gereken bir kurum. Türkiye korkular ülkesi bu yüzden bir işadamı olarak korkmam lazım, " TSE'ye birşeyler söylersem yarın müfettişleri kapıma gelir" diye. Buralardan çıkacağız. TSE'nin faaliyetlerinden şikâyet etmeyen hiçbir işadamı yok benim gördüğüm. Ama bunun eleştirisine de rastlamadım. Nereden kaynaklanıyor bu, eee bi sürü örgüt var. Şimdi iş dünyasının bu ürkekliği atması için Türkiye’de gerçekten adaletin artması gerekir. Bizim kanunlarımıza göre sistem vatandaşına günahkar bakıyor. Bunun üzerine de herkesin bir açığı var. Bu sebeple de herkes konuşmaktan ürküyor. İşte bunu ortadan kaldırmamız, kayıt dışını ortadan kaldırmamız ve adaleti sağlamamız gerekiyor. Sermaye bu düşüncede olmadıkça bu düşünceler, bu özgürlükler çok zor olacak. Sadece entelektüellerin, akademisyenlerin konuşmasıyla buralara gidemezsiniz. Dünyadaki bütün bu değişimlerin arkasında sermaye vardır. Sermayenin hangi bilinçte olduğu çok önemlidir.
Siz sürekli eğitimler veriyorsunuz ve bu eğitimlerde gençlerle buluşuyorsunuz, onlara üstüne basarak ne söylüyorsunuz?
Üstüne basarak söylediğim şey, her yaşta ve her zamanda geriye dönüp baktığı zaman arkasındaki hikâyenin kendi hikâyesi olması gereklidir. Başkasının yazdığı hikâye değil. Bu hikâyeyi ben yazdım diyebilmeli, yalnız kalmayı göze alabilmelidir. Değişime açık olması lazım. Kimse dünyanın merkezi değil, dünya tek bir hakikat üzerine oturmuyor. Bunları algılamaları, neler olup bittiğini takip etmeleri lazım. Kendimize hep bir öncüler yaratmaya çalışıyoruz. Ben bunu bir hata olarak görüyorum. Kendine güvenen bir nesil ve topluluk oluşturmak zorundayız yani birey olma özelliklerimizi öne çıkarmamız lazım. Toptancı kabullerin dışında olmamız lazım. Özgün olmalıyız, hayatımız bize ait olmalı. 'Bu benim, bunu ben yazdım' demeli! Başkasının yazdığı bir şeyde dünyanın en tepesine çıksan ne olur?
Türkiye'de yerli makine alanında çok fazla çalışmada imzanız var ve bu çalışmalar da büyük adımlar olarak geri dönmüş gibi görünüyor. İşe ilk başladığınızda, hani ünlü isimlerle ilk reklamları çektiğinizde, bu sıçramaları öngörüyor muydunuz?
Bu kadar hızlı bir şeyi öngördük dersek doğru olmaz, çünkü bambaşka bir insanla konuşuyorsunuz, anlaşılmasını istiyorsunuz, çok farklı menfaat grupları ile karşı karşıyasınız. Her an yıpratılma ve farklı anlaşılmak.. Allahtan bunları kaale alan biri değiliz. Önce şunu söyleyeyim, daha işin başındayız, yeni başlıyoruz.
Yeni başlıyoruz diyorsanız, hedefi hayal edemedim birden..
Ciddi bir taban elde ettik, bir görüş oluştu. Şimdi daha örgütlü olmak, sadece makinecilerle değil, aynı zihniyeti paylaşan kişi ve kuruluşlarla tabanı daha da genişletmek istiyoruz. Daha özgürlükçü ve refah içerisindeki bir Türkiye için, katma değerli üreten, sanayinin yapısını değiştiren ve cidden kayıt dışı ile mücadele edecek bir yapı oluşturulmasını sağlayacak adalet sisteminin düzgün hale getirilmesini isteyen, evrensel değerlere çok daha yatkın, düşündüğünü söyleyebilen bir topluluk oluşturmak istiyoruz. Bunun da başındayız. İçimizdeki kendine güvenden çok bahsediyorum. Makine sektöründeki ithalat ve ihracat rakamları size bir şeyler anlatmalı. 23 milyar dolar makine ithal ediyoruz, bunun yüzde 75'ini Türkiye'de ürettiğimiz halde ithal ediyoruz.
Çok saçma, niye?
Çünkü şöyle düşünüyoruz. Batılı yaparsa iyi yapar, biz ne anlarız.
Burada da kendine güvensizlik yatıyor yani..
Tam bir güvensizlik! Bu topraklara ve kendimize güveneceğiz. Kimseden aptal değiliz. Bizim konumumuzu değiştirecek şey, bizim tüm bunları algılama kapasitemiz ve çalışkanlığımızla ilgili. Ama biz kurnazlık peşinde koşarsak, o makas asla kapanmayacak. Sadece ve sadece biz Türkiye’de bu bilinçte olsak .. Bir Türk makinecisinin yaptığı makine arıza yapsın dünyayı başına yıkıyorlar, öbür tarafta Alman'ın yaptığı makine arıza yapsın, aylarca bekliyorlar. Bunları yaşıyoruz. Bir değişim sürecinin içindeyiz. Türkiye bin yılın fırsatının üzerinde oturuyor. Düşünün, bloklara bakın, bir tarafta Avrupa, bir tarafta Uzakdoğu, bir tarafta Amerika Avrupa ekonomisi bugün üretmekte zorlanıyor. Uzakdoğu ekonomisi hızla oraya doğru ihracatını arttırıyor. Peki bu iki büyük ekonomi arasındaki en stratejik geçiş noktası neresi? Türkiye. Türkiye, Avrupalı yatırımcılardan çok, Uzakdoğu'daki yatırımcıları kendine çekmeli. Hem Avrupa’ya, hem Uzakdoğu'ya, Türkiye'nin lojistik anlamını anlatabilmeli çünkü bu bölge aynı zamanda etrafı enerji üreten ülkelerle dolu. İşte tüm bunları değerlendirmek için dev bir strateji oluşturmak, planlı hareket etmek ama her şeyden önce kendine güvenip risk alan ülke olmak zorunda. Hepimizin şunu çok iyi bilmesi gerekiyor ki bir ülkeyi, bir devleti korumak halkı zenginleştirmek ve özgürleştirmek ile mümkün olur. Ortadoğu'da son olaylarda gösteriyor ki, ceberut yönetim anlayışları ve toplum mühendislikleri hiçbir zaman başarıya ulaşamamaktadır. Türkiye pek çok imkâna sahip ve geleceği parlak bir ülkedir.